İnce Saz Takımlarımız(1900) … Yayına Hazırlıyan: İsmail Baha Sürelsan


Toplam Okunma: 5042 | En Son Okunma: 14.04.2024 - 01:05
Kategori: Araştırma Yazıları, Tarihi Yazılardan

Dergimizde zaman zaman müzik tarihimizin önemli araştırmacı-yazarlarının kalemlerinden çıkmış tarihi yazılarına yer veriyoruz. Bu yazılar müzikolojik açıdan hem zamanı tesbit etmek hem de geleceğe bırakılan bir hoş sada olması açısından ayrı bir önem arzediyor. Dizi halinde yayınlayacağımız yazılarımızın ilki İsmail Baha Sürelsan’ın (1912-1998) Rauf Yekta Bey’den Aktardığı yazısı(1):

Rauf Yekta Bey(1871-1935) 1900 başında bazı makalelerinin küpürlerini, düz beyaz kağıtlar üzerine yapıştırarak bunları, haricen bakıldığında, kitap manzarası arz eden bir şekilde cildletmiş. Rahmetli büyük üstadımızın hususi kütüphanesindeki bu cildin ihtiva ettiği makalelerden bazılarını sadeleştirmek suretiyle yayımlamanın faydalı olacağını düşündük.

Şimdi, bu makalelerin yayımlandığı tarihlerde, yani bundan(1984) tam 85 yıl önce kullanılmakta olan eski harflerimiz ile o devrin yazı dili –ki bugün Osmanlı Türkçesi diyoruz- edebi sanatları ve imla kurallarına göre kaleme alınmış bulunan İKDAM gazetesinin 12 Teşrin-i sani 1315 tarihli nüshasındaki “İNCE SAZ TAKIMLARIMIZ” başlıklı yazıyı Rauf Yekta Bey’in üslubuna, elimizden geldiği kadar (tümüyle k.)sadık kalmağa çalışarak aktarmaya başlıyoruz.

“… Geçen Pazar günü akşamı kemani Memduh Efendi’nin (1868-1938) çalmakta olduğu Tepebaşı’ndaki “Fevziye Kıraathanesi” ne gittik. İçeri girdiğimiz zaman daha fasıl başlamamıştı. Kanuni Şemsi Efendi(1850?-1922?) O, kılı kırk yaran dikkatli üstad kendisine mahsus mahalde, sazının akordu ile uğraşıyordu. Mükemmel ve tam bilgi sahiplerince, bu faslı teşkil eden saz ve ses sanatkarlarının, piyasada çalan ve okuyan sanatkarların en güçlüleri olduğu (tabii ki k.) su götürmez bir şekilde kabul edilmiştir. Sazendelerin her birisi, uzmanı oldukları musi(k.)i aletini hakkıyle yenmiş ve o sazı dinlenilmesinden asla bıkılmayacak bir derecede icra edebilme mertebesine erişmişlerdir. Ses sanatkarları ise, gerek seslerinin güzelliği ve gerek ifade ve üslublarında görülen intizam ve mükemmellik itibarıyla, piyasamızda çok az rastlanan hüner sahiplerindendir.

Meşhur Kemani Memduh Efendi’yi kim tanımaz? O’nun kemanından çıkan hüzün verici inlemeleri duyup da kalbinin en derin köşeleri titremeyen ve kendisine mahsus bir tarzda yaptığı nefis taksimlerdeki coşturucu nağmelerin etkisi altında ruhu, en ince duygularla heyecanlandırdığını duymayan var mıdır?

(Altmış küsur yıl öncelerineuzanan sanat hayatında “Dar’üt Talim-i Musiki” de, “Riyaset-i Cumhur Saz Heyeti’nde, bilahire Ankara Radyosu’nda hiçbir santurimizin erişemediği muvaffakıyeti göstermiş olan çok eski ve aziz dostum Santur virtüozu Zühdü Bardakoğlu’nun senelerce evvel vaki bir sohbetimiz esnasında, Kemani Memduh Efendi hakkında bana şunları söylemiş olduğunu gayet iyi hatırlıyorum:
“Kemani Memduh Efendi idare ettiği saz heyetinde mevcud musiki aletlerinden hangisinin ses yüksekliği, diğerlerinden daha az ise, fasıldaki öteki sazların da ancak onun kadar ses çıkaracak şekilde çalınmalarını isterdi. Mesela saz heyetinde tanbur’un da bulunduğunu farzedelim. Bu durumda artık keman, kanun vs gibi nisbeten sesi yüksek sazlar, tanbur7un sesini bastırmayacak şekilde çalarlardı. Bu suretle, şayet arzu edilirse, fasıldaki sazlardan her birini ayrı ayrı duyabilmek mümkün olabilirdi.)

“Ya Kanuni Şemsi efendi’yi nasıl medhetmeyelim? Piyasada bırçok kanun çalanlara tesadüf edeiyoruz. Lakin Şemsi Efendi kadar sazını güzel akord eden bir kanuni görmediğimizi itirafa mecburuz. Bazı kimseleri biliyoruz ki, segah ile buselik perdelerinin farkını hissedemediklerinden dolayı bu iki perdenin yerine, piyanodaki gibi yalnız bir si=segah (?? A.S.) perdesinin kullanılması fikrindedirler. (Mus.Der.). Bu kimseler gelsinler de Şemsi Efendi ile görüşsünler. Koca üstad o kadar hassas bir kulağa maliktir ki 81/80 oranında olup Avrupalıların kulakla fark olunamıyacağından bahsettikleri bir koma kadar sesleri bile kolaylıkla anlayabiliyor.”

(Rauf Yekta Bey “Türk Musikisi Nazariyatı” nın 1926’da yayınladığı 7. formasında, komanın tahkiki oranının 531441/524288 ve takribi oranının da 74/73 olduğunu kaydetmiştir. İleride sırası gelince bu konu üzerine tekrar döneceğiz. İ.B.S.)

“Sanılmasın ki bu ünlü üstadın mahareti, yalnız sazını hakkıyle akord etmekten ibarettir? Ya o parmaklarındaki kuvvet ve sürat, kanundan çıkardığı sağlam ve pürüzsüz ses?… Bu üstünlüklerini dinlemeyenlere burada yazı ile tarif edebilmek kabil midir? Şemsi efendi7nin taksimleri de özellikle, dkkate değer: Şed(transposition) yolları ki –musikişinasların maharetini denemek hususunda esaslı bir ölçü hükmündedir- bu üstadın, seh-i mümteni (kolay gibi göründüğü halde yapılması zor) denilebilecek şekilde, sazında kolaylıkla dolaşıp yaptığı bir hünerdir. Nitekim, o gece Hüseyni Faslında yaptığı (şahane k.) taksim, şed yollarında ne dereceye kadar maharet sahibi olduğunu göstermeğe yeterli bir delildir.

Fasılda keman ve kanundan başka bir lavta ile bir de ud varsa da lavta çalan zatın dikkate değer bir hünerine rastlıyamadığımız gibi, Udi Bogos Efendi’nin (1872-1945) asıl mahareti de hanendeliğinde olduğundan, sazendelere dair olan sözlerimizi burada keseceğiz.

En meşhur notacılarımızdan Asdik Efendi’nin (1840-1913) oğlu olan Bogos Efendi, Fasıl Heyeti’nde kemaninin sol tarafında, yani baş hanende mevkiinde oturuyordu. Nota bilmek, güya yalnız musiki aleti çalanlara mahsusmuş gibi, ses sanatkarlarımızdan gereği gibi nota okuyanına hemen hemen rastlanmazken, Bogos Efendi bunlar arasında bir istisna teşkil etmektedir. Bu güzel üslublu hanende, doğuştan musikiye kabiliyetli olduğundan, bütün gayreti ile ses sanatkarlığında (hızla k.) ilerlemeye çalışmış ve bundan dolayı –fasıl için kusursuz okuyucu olmakla beraber- ud çalmakta o kadar maharet sahibi olamamıştır ki, bunu da elbet tabii karşılamak gerekir. Meşhur meseldir: “iki karpuz bir koltuğa sığmaz” derler!

Bogos Efendi kendisine mahsus olan o güzel tavrı ile okuduğu ve güfte hatası yapmamaya dikkat ettiği vakit, cidden ruh okşayan bir edaya maliktir. İşte bu meziyeti kendisinin, bir udi olarak şöhrete kavuşmak gibi bir arzuya kapılmaması için kafi bir sebebtir.
Karakaş Efendi, bu faslın en önemli unsurlarından sayılır. O derecede ki, bu ünlü hanendenin fasılda bulunmadığı cumartesi geceleri, dinnleyenlerin sayısında hissolunacak kadar bir azalma göze çarpar. Bu zatın sesindeki genişlik(ambitus) ve sağlamlık, hayrete şayandır…(Fotoğraf: İsmail Baha Sürelsan)

Fasılda kendisinden başka, dört hanende bulunduğu halde O’nun sesi, hepsinin üstünde çınlar. Avrupa’da (tiz hicaz=do diyez) perdesine çıkabilen tenorları parmakla gösterirlermiş. Karakaş Efendi, bu perdeyi rahatlıkla basabulduktan sonra (tiz hüseyni=mi) perdesine çıkabilecek bir sese maliktir ki, alafranga tabiri ile, eşi az bulunur (soprano ?) (kontra tenor olmalı A.S) demektir.

Rauf Yekta Bey’in bu makalesini yazdığı 85 sene evvelleri, hanendeler zamanımızda olduğu gibi, bol-ahenk akordun birkaç ses, genellikle dört ve hatta beş ses petsinden söylemiyorlardı. O devirde bütün eserler makamların kendi yerlerinde(AS) çalınır ve söylenirdi. Hatta bundan elli sene önceleri bile “filan makamı veya eseri, hangi perde üzerinde icra edeceğiz?..” gibilerden bir suale muhatab olduğumuzu hatırlamıyorum.

Sol anahtarı ile yazılan ve (la3=dügah) perdesi, 880 frekanslı diyapazona uygun olan notada sopranoların ses alanının, genellikle, (mi=hüseyniaşiran) dan (si=tiz buselik) perdesine kadar olduğu dikkat nazarına alınırsa, Karakaş efendi’nin, değil (si=tiz buselik), hatta (do diyez=tiz hicaz) a kadar yükselebilmesi, O’nun bolahenk akorda göre (fa diyez=tiz mahur) u dahi çıkarabildiğini gösterir.

Rauf Yekta Bey 1924’de yayımladığı “Türk Musikisi Nazariyatı”nda musikimizdeki bu ameliyat ile nazariyat arasındaki ayrılıkları ber-taraf etmek üzere, sazlarımızın akordu ve nota yazısı meselelerimizi, işte bu sebebden dolayı ilmi esaslara bağlamak lüzumu ve ihtiyacını hissetmiştir.

Karakaş Efendi şen yollarında da söz götürmez bir ustalığa sahipdir. Hiç hatırımdan çıkmaz:
“Mes’ud bir gecede, özel bir musiki meclisinde bulunuyorduk. Usta Karakaş, Hicaz makamından bir taksime(gazele) başladı. Meşhur Santurimiz de kendisini izliyordu. Santur mukabele etti. Sonra ünlü hanendemiz, muhayyer perdesini, evc perdesi farz ederek dügaha kadar evc makamı çeşnisi ile ve fevkalade (harika A.S.) bir uygunlukla öyle bir düşdü ki, hatır ve hayale gelmeyen bu san’at, hazır bulunanların bilhassa dikkatlerini çekti. Artık herkes Santuri’nin buna nasıl cevap vereceğini merakla beklemeyi başlamıştı. Zavallı adamcağız, ansızın karşısına çıkıveren bu beklenmedik müşkile yenebilmek için çalıştı çabaladı. Nihayet
Başaramıyacağını anlıyarak, büsbütün bocalamak tehlikesine düşmemek için dügaha doğru yine bir şehnaz çeşnisi ile inmekten başka bir kurtuluş yolu bulamadı. Hülasa Karakaş Efendi böyle muzib bir ustadır. Kendisiyle şaka (filan k.) etmeye gelmez. Lakin böyle mağrifetlerini her zaman kullanmaz, sırası gelince yapar. Değerli okuyanlarımız arasındaki musiki meraklıları, belki de Karakş efendi’nin yukarıda anlattığmız “şed” mağrifetini gereği gibi anlamamışlar ve nasıl icra edildiğini dinlemek hevesine düşmüş olabilirler. Karakaş efendi’den rica edelim: Önümüzdeki Pazar günü akşamı, ilk faslı hicaz makamından yaparak, arada okuyacağı gazelde de bu şed san’atını göstersin. Bu ricamızın red olunmayacağını ümid ederiz.

Fasılda bulunan diğer üç hanendenin isimlerini bilemiyoruz. Mamafih onlar da zararsız okuyorlar. Zannederiz ki bu kadar bilgi fasıl elemanlarımızı okuyanlarımıza tanıtmak için yeterlidir…

Biraz da başlamak üzere bulunan musikiyi dinleyelim: Kıraethaneye girip(k.) bir tarafa oturduğumuzdan beri geçen beş dakikalık bir zaman içinde, buraya kadar yazdığımız düşünceler zihnimizden geçmekte idi ki, Şemsi Efendi de akordunu tamamlayıp hüseyni makamından bir taksime başladı. Arkasından Tanburi İsak’ın(1745?-1814) Gül’izar peşrevi çalındı. Peşrevden sonra Hoca Abdülkadir Meragi’nin(1360?-1435) muhammes usulundeki: “Leşker keşid-i aşk-ı dilem, terk-i canan girift” nakş’ına başlanmasın mı?

Ansızın buna ne kadar memnun olduk!

Bir de dikkat edince ne görelim? Hoca gibi en büyük bir musiki dahisinin muhammes usulunde bestelediği o nefis nakş, şarkı derecesine indirilerek, düyek usulü ile okunmuyor mu? Affedilmez musiki hatalarından olan bu yolsuzluğa insanın canının sıkılmaması kabil mi?

Vaktiyle, musikide, usul’e pek çok önem verilir ve saz çalanların beraberinden mutlaka usul vuran dairezenler bulunurmuş. Hatta Evliya çelebi(1611?-1682) Seyyahatname’sinin birinci cildinin 635.sahifesinde bunlardan bahsederken diyor ki:

“Sazendelerin, bu dairezenleri olmasa, rakkası (salıncağı k.)bozulmuş saat gibi fasılları karışık olur. Fasıllarına düzen veren, usul vuran dairezenlerdir.

Bu usuller öğrenilinceye kadar murabba besteler, nakışlar okunduğu zaman, hiç olmazsa, dört zamanlı sofyan usulünün vurulmasını tavsiye ederiz ki, bu, hareketinde bir çeşit aksaklık olan düyek usulüne, elbette tercih olunur.

Rauf Yekta Bey’in yukarıda bahis(sözkonusu k.) konusu ettiği hüseyni-muhammes nakş’ın bestekarı Dr. Suphi Ezgi’nin “Nazari ve Ameli Türk Musikisi” ile Yılmaz Öztuna’nın “Türk Musikisi Ansiklopedisi’nde Şeştari Murad Ağa(1610-1673) olarak gösterilmiştir. Ayrıca Dr. Ezgi bu eserin usulünü de aksak semai olarak olarak yazmıştır.

Kültür Bakanlığı’nca yayımlanan “Milli Kültür” dergisinin Mart 1977 tarihli 1.cildinin 3. sayısındaki “Meragalı Hoca Abdülkaadir” monografimizde şöyle demiştik.

“Hoca Abdülkaadir Meragi’ye isnad edilen 30 kadar eserden, bazılarının Hoca’ya ait aid olmadığı anlaşılmış ise de; bunlardan hangilerinin hakıykaten Abdülkaadir’in eserleri olduğunu –bugün için kesinlikle söylemeğe imkan yoktur.”

Şimdi geçen nüshada kaldığımız yerden Rauf Yekta Bey’in makalesine devam ediyoruz:

“Nakış’dan sonra takdire şayan bir intizam ile 3-4 şarkı okundu. Memduh Efendi, insanı kendinden geçiren bir taksim ile dinleyenleri mest etti. Taksimin etkisini şundan anlamalı ki koca kıraathane de kimse yok zannedilecek derecede, derin bir sessizlik hasıl olmuştu. Bunlar hep güzel !.. Fakat taksimden sonra başlanılan:

“Şifa-yab et, aman Yareb dahilek”

Nakaratlı bir şarkının (dahilek) güftesi melodiye o kadar fena taksim olunmuştu ki, bu güzel Arabca(yazdığı gibi A.S.) kelimenin (deahlek) gibi acaib bir şekilde telaffuz edildiğini işitince insan, bestekarının tabiatsızlığına hükmetmekten kendini(k.) alamıyordu. Bu şarkı bize, vaktiyle işittiğimiz aşağıdaki fıkrayı hatırlattı:

“Meşhur hanendelerden Nikogos Efendi(Taşcıyan 1836-1885), meşk için Dellalzade İsmail Efendi’ye (1797-1869) devam edermiş…

Rauf Yekta Bey şöyle devam ediyor(1): …Dellal-zade, Nikogos’un musikiye olan fevkalade kaabiliyyetini takdir ettiğinden, meşkettiği eserleri, Türkçe’nin fonetiğine uygun bir şekilde okuyabilmesini te’min için, öğrencisine, çoklukla ilk baştan güftelerin okunuşunu öğretirmiş. Bir gün bestelerin birisinde “âşıka” kelimesine tesadüf edilmiş. Üstad ile öğrencisi arasında da şiddetli bir çekişme başlamış. Çünki:

Üstad “âşıka” dedikçe Nikogos devamlı olarak “eşike!” demekten vazgeçmezmiş. Hülasa, meşk, o gün, bu güfte çekişmesi ile geçmiş. Zavallı öğrenci:

“ ne yapayım efendim, dilim dönmüyor” dedikçe gayet sert tabiatlı olan Üstad da “ben döndürürüm” diyerek, eli ile Nikogos’un dilini tutar, burarmış!.. O gün bu işi bir türlü başaramamış. Ertesi gün, Nikogos yine meşke gelip kapıyı çalınca, Dellal-zade pencereden başını uzatmış, bakmış ki Nikogos kapıda!

“Tam dört elif mikdarı(k.) uzatarak aaaaşıka demedikten sonra kapıyı katiyen açmam. Anladın mı? Diye tersliyerek pencereyi kapamış. Nikogos anlamış ki başka çare yok. Kendini zorlamış ve –aşıka- kelimesini doğru okuyabildiğini görünce, avazı çıktığı kadar bağırarak:

“işte efendim! –aşıka- diyebiliyorum! Lutfedin , kapıyı açın… diye yalvarmağa başlayarak kapıyı açdırmış…

Mamafih, Nikogos’u dinleyen birçok kimselerin sözlerine bakılırsa, bu güçlü hanendelerin, zerre kadar güfte hatası işitilmezmiş…

En sonra kara İsmail Ağa’nın (1674-1724) “Gönüller uğrusu bir yar-ı bi-amânım var” nakış yürük semaisi ile Tatyos Efendi’nin (Eksercuyan: 1858-1913) Saz Semeisi çalınarak fasla son verildi.
Semailer, itiraz olunamıyacak bir intizam içinde söylendi. Şu kadar ki(bir yar-i amânım..) yerine (bir yare bi amânım) demek gibi bir manasızlık yapılmasaydı, daha hoş olacağı besbelliydi.

***********************

İKİNCİ FASIL HİCAZKAR-I KÜRDİ, diğer adı ile(k.) Kürdili-Hicazkar makamında idi. Bu makam vaktiyle Muhayyer-Kürdi’nin şeddi hükmündeyken, yavaş yavaş genişlemiş ve büsbütün başka bir makam şeklini alarak ayrıca peşrevler ve birçok şarkılarla bezenmiştir ki, şu artan rağbete bakılırsa, Şevki Bey’in(1860-1891) zamanında (Uşşak) makamının kazandığı rağbete, Hicazkar-ı Kürdinin(yazdığı gibi A.S.) namzed olduğuna hükmedilebilir.

Aynı zamanda, müzik eleştiri tarihimizin ilk örneğini oluşturan yazısını Rauf Yekta Bey aşağıdaki iki ana paragrafla bitiriyor(1): …Her makamın hiç olmazsa, bir Murabba’Beste’si (yazdığı gibi A.S.) varken, bu fasılda Murabba’Beste okunduğuna hiçbir yerde rast gelemedik. Asdik Efendi’nin (Hamamcıyan: 1840-1913) Hicazkar-ı Kürdi’den Çenber ve Muhammes usullerinde iki bestesi ile iki semaisi olduğunu haber almışdık. Bunlar niçin okunmuyor?..

İşittiğimize göre(k.) Zekai Dede-Efendi’nin(1825-1897) hal tercemesinde (Rauf Yekta Bey’in “Esatiz-i Elhan”ının birinci sayısıdır.) güzel vasıfları yazılmış olan Ahmed Avni Beyefendi(1871-1938) ile büyük şöhretinin, kendisi hakkında fazla söz söylememize luzum bırakmayan Hacı Arif Beyefendi(1831-1875) biraderlerimiz, müşterek birer Beste ve Semai besteliyerek bu makamı süslemişler. Hamdolsun, (benim eserim bende kalsın) düşüncesinde olan mağrur kimseler, zamanımızda(k.) kalmamış gibidir. Onun için, nefis olacağına şüphe etmediğimiz bu eserlerin Galip Bey(Türkkan: 1868-1949) kardeşimizin gayreti ile çıkan Nota Mecmuası ile herkesin istifadesine arzedilmesini sahiplerinden ricaya cesaret ediyoruz.

Bu fasıl arasında Bogos Efendi(Hamamcıyan: 1872-1945) üstadca bir taksim etti. (Gazel söyledi) ki güfte hatalarına, mümkün olduğu kadar pek az tesadüf edildi. Bundan sonra yapılacakların buna benzememesi temenni olunur. Birinci fasıldaki intizam, nedense bu fasılda muhafaza edilemedi: (aman memo!..) ve (çifte telli!..) havaları biribirini takib etti. Eyvah!.. kantolar başlıyacak!.. derken, çok şükür, bu zırıltılardan kulağımız korunmuş oldu.

**************

Üçüncü fasıl çokdan beri(k.) özlediğimiz (Şevkefza)’dan. Bu fasılda, her cihetten görülen intizamdan başka ilişecek bir şey bulamadık. Bu gibi makamlardan bir şey anlamıyan dinleyenler, birer ikişer çekilmiş olduğundan, kıraethanede bir kat daha sessizlik hakim olmuş, ahengin güzelliği de büsbütün artmışdı.” Rauf Yekta Bey.
Rauf Yekta Bey’in eski saz takımlarımızı oluşturan gerek saz, gerek ses sanatkarlaarının müzikaliteleri ve özellikle, icra ettikleri eserlerin niteliği vesair hususlarda genel bir veren bu makalesinde anlattıkları ile zamanımızdaki durum mukayeyese edilirse, düne göre bugün, daha parlak bir seviyede olmadığımızı itirafa mecbur kalacağımızı zannediyoruz.
İsmail Baha Sürelsan.
_______________________________________
(1)Rauf Yekta “İNCE SAZ TAKIMLARIMIZ” İKDAM gazetesi 12 Teşrin-i sani 1315 .
Aktaran: İ.Baha Sürelsan “İnce Saz takımlarımız” Mızrap Dergisi, sayı: 26, Kasım 1984, İstanbul
Ayhan Sarı - www.musikidergisi.net




Hoşgeldiniz